II.Dünya Savaşı'nın tüm şiddetiyle devam ettiği bir dönemde, İngiltere'nin Başbakanı Winston Churchill ve İngiliz Başkomutanı, kafa kafaya verip alışılagelmişin dışında bir strateji belirlerler. Planlarının odak noktası, Nazi rejimi tarafından ele geçirilmiş ve saklanılmış olan meşhur Nazi altınlarıdır. Bu altınlar savaşın sonucunu etkileyebilecek bir güçtür ve İngilizler bu altınları bulmayı kendilerine misyon edinirler.
Bu sıra dışı görev için seçilen İngiliz askerleri, kendilerini hiç beklemedikleri bir serüvenin ortasında bulurlar. Bu macera dolu görev, onların sıradan askerlik hayatlarını bir anda tamamen değiştirir. İngiliz askerler, bilinmezliklerle dolu bu görev için eldeki tüm bilgi ve becerilerini kullanmak zorunda kalırlar. Ancak bunun garantisini vermek oldukça zordur çünkü Nazi altınlarının saklandığı yer hakkında hiç bir bilgileri yoktur. Altınların izini sürmek, bu sıradışı planın en önemli parçasıdır ve İngiliz askerler bunun için canla başla mücadele ederler.
Beş bin yıl önce, kana susamış bir savaşçı kral olan Memnon, kaderinde korku dolu çöllerdeki insanları yönetmenin yazılı olduğuna inanıyordu. O, acımasızça ve merhametsizce komutası altındaki zalim barbar orduyu yönetiyor, her yeri kana buluyor ve büyük bir katliam yapıyordu.
Memnon'un hüküm süren zamanında, yaşamak bir kabustu. Gözünün önünde ailesi ve dostları öldürülüyordu. Her kim hayatta kalırsa, derin bir korku ve acıyla köle olarak yaşamına devam ediyor, Memnon'un demir yumruğunun altında eziyet çekiyordu. Ne zaman bir direniş gösterse, bu durumu sistemli bir biçimde yok eden Memnon'un stratejileri yıkılmaz bir duvardı.
Ancak, Memnon'un stratejilerinin arkasında, dikkate değer bir figür vardı; geleceği çok iyi gören bir büyücü. Memnon, bu büyücünün kehanetleri ve yönlendirmeleri ile adımlarını atıyor ve sert taktiklerini uyguluyordu. Bu büyücü, Memnon'un en güvendiği danışmanıydı ve onun doğru adımlar atmasında çok önemli bir rol oynuyordu. Her şüphesiz bir adım atışında, bu bilge büyücünün görüşleri ve öngörüleri parlıyordu. Memnon, bu büyücünün yardımıyla, korku dolu çöllerdeki insanları hükmetmeye devam etti.
Akıl Oyunları, asosyal bir matematikçi olan John Nash'in hayatını konu ediyor. John Forbes Nash azandığı bir bursla Princeton Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Bu süreçte parlak zekasını her daim hissettiren ve çevresindekilerle uyum sorunu yaşayan dahi Nash, inanılmaz bir teoriyi ortaya sürüp kanıtlama aşamasına kadar gelir. Böylece matematik çevrelerince ününü yayan dahi adam zamanla şizofrenik belirtilerle mücadele etmeye başlar. Nash artık kendi kurgusal gerçekliklerinden oluşturduğu dünyasıyla asıl gerçekleri ayırt edemeyecek bir aşamaya gelir.
Önemli başarılarından uzunca yıllar sonra Nobel Ödülü'ne layık görülen ünlü matematikçi John Nash'in gerçek hayat hikayesine odaklanan 'Akıl Oyunları', iki önemli dalda kazandığı Oscar ödülüyle başarısını kanıtlamıştı.
Bu film, Chosun Hanedanı'nın göz alıcı dönemlerinden birini ve bu dönemin son hükümdarı olan Kraliçe Myeongseong'un dramatik yaşamını ele alıyor. Soo Ae tarafından canlandırılan Kraliçe Myeongseong, güçlü karakteri ve siyasi zekasıyla dikkat çekiyor. Film, Kraliçe'nin hayatının en karmaşık dönemlerinden birinde geçiyor ve onun koruması Seung Woo Cho tarafından canlandırılan Moo-myoung'un gözlerinden anlatılıyor.
Moo-myoung başlangıçta sadece bir avcı olarak tanıtılırken, Ja-young ile karşılaşması onun hayatını değiştirir. Ja-young, Moo-myoung'un karşılaştığı güzel ve etkileyici bir kadındır ve ona ilk görüşte aşık olur. Ancak Ja-young'un kaderi, onu beklenmedik bir yola sürükler; o, Joseon kraliyet sarayına girer ve nihayetinde Kraliçe olur.
Film, Ja-young Kraliçe olduktan sonra daha da derinleşen siyasi entrikaları ve dış güçlerle ittifak arayışında olan bir hanedanın iç çatışmalarını gözler önüne seriyor. Bu süreçte Moo-myoung, Ja-young'a olan aşkının ve koruma içgüdüsünün yol gösterici olması gerekmektedir. Kraliçe olarak Ja-young, hanedanı modernize etme çabası içindeyken, Moo-myoung ise onu siyasi düşmanlar ve yabancı tehditlerden korumak için canını dişine takar. Moo-myoung'un kraliçeyi koruma görevi, onu sadece fiziksel tehlikelerle değil, aynı zamanda derin ve karmaşık duygusal çatışmalarla da yüz yüze getirir.
Film, hem aşkın hem de iktidar mücadelesinin iç içe geçtiği bu zengin tarihi dönemi, etkileyici kostümleri ve güçlü oyunculuk performanslarıyla başarılı bir şekilde yansıtıyor. Filmin atmosferi, izleyiciyi Chosun Hanedanı'nın görkemli salonlarından, tehlikeli sokaklarına kadar sürükleyerek tarihin bu önemli dönemine tanıklık etme imkanı sunuyor. Film, aşkın ve sadakatin, entrika ve ihanetle harmanlandığı yoğun bir hikaye anlatıyor.
Hong Kong'un arka sokaklarında yetişen üç genç dövüş sanatları ustası, adaletsizlikle mücadelede güçsüzlerin yanında yer almak için ortaya çıkar. Bu üç kahraman, kendi mahallelerinde büyüdükleri için bölgenin sorunlarına oldukça aşina. Küçük yaşlardan itibaren sert sokaklarda hayatta kalmayı öğrenmişler ve dövüş sanatlarındaki ustalıkları, onlara bu zorlu dünyada bir umut ışığı olmuştur. Gün gelir, bu yeteneklerini sadece kendilerini korumak için değil, haksızlık karşısında sessiz kalanların sesi olmak için kullanmaya karar verirler.
Zamanla, şehrin karanlık köşelerinde adaletsizliğe uğrayan, yardım eli uzatılmayı bekleyen insanlarla karşılaşırlar. Çocukluklarından beri adalet duygusuyla yoğrulmuş bu üç savaşçı; kimsenin görmediği, duymadığı, üzerine gitmediği bu sorunlara el atar. Onların mücadelesi, sadece fiziksel güçlerini sergilemekten çok daha fazlasını ifade eder; bir nevi sosyal adalet arayışıdır.
Onlar, Hong Kong'un karanlık sokaklarında birer umut ışığı olarak parlarlar. Her bir hareketleriyle, her bir kararlarıyla, sessiz çığlıklara ses olurlar. Bu üç genç dövüş sanatları ustası, sıradan insanların kahramanı olma yolunda emin adımlarla ilerlerken, kendi hikayelerini de yeniden yazıyorlar. Her darbe, her savunma, onların bu büyük şehirde adalet ve eşitlik için attıkları adımların bir göstergesidir. Hikayeleri, sıradan olmayan bu kahramanların, olağanüstü durumlarda nasıl umut olabileceklerinin bir kanıtıdır.
Amerikan sinemasının en tutulan temalarından biri de adalet arayışına yönelik çekilen filmlerdir. İşte, The Italian Job/İtalyan İşi'nin yönetmeni Gray, Law Abiding Citizen/Adalet Peşinde'de bu janr çerçevesindeki filmlere bir ekleme yapmış oluyor. Filmin konusuna gelince; bir soygun sırasında sağ kalan Shelton en sevdiği iki insanı, yani eşini ve çocuğunu kaybetmiştir. Artık bundan sonraki yaşamının sadece tek bir amacı vardır: İntikam! Kör adaletin gözünü bizzat kendi elleriyle açmaya karar vermiştir.Clyde Shelton (Gerard Butler) evine yapılan bir soygun girişimi sırasında eşini ve kızını kaybeden dürüst bir aile babasıdır. Katiller yakalandığında, davaya Philadelphia'da başarılı bir savcı olan Nick Rice (Jamie Foxx) atanır. Nick, zanlılardan birine, suç ortağının aleyhinde ifade vermesine karşılık hafif bir ceza önerir. Aradan on yıl geçer. Hafif cezayla kurtulmuş olan katil ölü bulunur ve Clyde Shelton soğukkanlılıkla suçu işlediğini itiraf eder. Sonra Nick'e bir ültimatom verir: Nick kusurlu adalet sistemini düzeltmediği takdirde, Shelton'ın eşinin ve karısının cinayet davasında yer alan kilit isimler ölecektir. Çok geçmeden, Shelton tehditlerini yerine getirmeye başlar ve hapisteki hücresinden ne öngörülmesi ne de önlenmesi mümkün olan görkemli ve acımasız bir dizi suikast organize eder. Philadelphia'nın önde gelen isimleri Shelton tarafından birer birer öldürülürken, yetkililer bu terör dalgasına son veremedikleri için şehirde korku hüküm sürmeye başlar. Cinayetleri durdurabilecek tek kişi Nick'tir.
IRA ile ilgili olarak çekilmiş filmde, Bobby Sands'in insanlık dışı muamelelere maruz kalışındaki sertliği adeta yaşıyorsunuz. Diyalogsuz sahnelerin vuruculuğu ile başlayan film, tüm filme yayılan dehşetli gerçeklik duygusu ile izleyeni kavrıyor.
Mahkumların battaniye ve yıkanmama eylemleriyle ilerleyen direnişleri, altı hafta süren açlık grevi ile doruğa çıkıyor. Hayatı mücadele ile geçmiş Sands’ın kendi vücudunu yaşamının son savaş alanı olarak addedmesiyle yaşanan dramatik süreç muazzam bir etkileyicilikle gözler önüne seriliyor.
Filmin etkileyiciliği sadece Sands önderliğindeki mahkumların direniş destanından ibaret değil. Zira hapishane mahkumlar için olduğu kadar gardiyanlar için de tam bir cehennem. Gardiyanların da alt üst olmuş psikolojisini izliyoruz filmde.
Nisan 2010'da Quintanilla Ailesi, uzun süredir ziyaret etmedikleri kırsalda yer alan eski çiftlik evlerine bir gezi düzenler. Bu çiftlik evi, yıllar önce kaybolan bir kız çocuğuyla ilgili eski bir efsaneye ev sahipliği yapmaktadır. Rivayete göre, bu genç kız ormanda kaybolmuş ve ardından hayaleti çevredeki ormanlık alanda görülmeye başlamıştır. Ailenin genç çocukları Cristian ve July, meraklarına yenik düşerek bu gizemli hikayenin peşinden gitmeye karar verirler. Ellerine aldıkları kamera ile çevredeki sırları çözmeye çalışırlar.
Beş gün süren bu gizemli araştırma sonucunda, talihsizlik Quintanilla Ailesi'ni bulur. Aile fertleri, trajik bir şekilde öldürülmüş olarak bulunurlar. Olay yeri incelemeleri sonucunda, cinayetlerin nasıl gerçekleştiği konusunda hiçbir ipucu bulunamaz. Ancak, Cristian ve July'nin ellerinde tuttukları kamera, olayların ardındaki korkunç gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için bir umut ışığı olur. Kamera kayıtları, bu esrarengiz ve ürkütücü olayın perde arkasını aydınlatmada kilit bir rol oynar. Ormanda kaybolan kızın hayaleti ve ailenin başına gelenler arasındaki bağlantı, kaydedilen bu görüntülerde saklıdır. Bu film, sıradan bir aile gezisinin nasıl korku dolu bir hayatta kalma mücadelesine dönüşebileceğini gözler önüne seriyor.
Bir roman yazarı, gelecekte geçen bir roman yazmaya başlar. Ancak bu esasında geçmişte yaşanan olayları biraraya getirir. Bu romanda, gizemli bir tren vardır ve bu tren, yolcularını geri dönmek istedikleri hatıralarına ulaştırmaktadır. Bu da 2046 isimli bir durağa ulaştıklarında mümkün olacaktır. Ancak insanlara göre bu sadece bir söylentidir, çünkü 2046'ya giden kimse bir daha geriye dönememiştir. Bir kişi hariç...
Wong Kar Wai dünya sineması için son derece büyük anlamlara sahip bir sinemacı. Uzakdoğudan anlattığı tüm hikayeler, kıtalararası yayılma başarısını gösterdi. 2046 ise bu yapıtlar arasında en çok sivrilenlerden.
Bu hikaye, iklim değişikliklerinin yarattığı ciddi sorunlarla karşı karşıya kalan bir dünyada yaşayan bir ailenin hayatta kalma mücadelesini anlatmaktadır. Küresel ısınmanın sonucu olarak donma noktasına gelen hava sıcaklıklarına karşı nasıl bir yaşam mücadelesi verdiğini, nasıl direndiğini ve nasıl ayakta kaldığını görüyoruz.
Bu ailenin başından geçenleri okudukça, dünyanın kalbi olan doğanın ne kadar hassas olduğunu ve nasıl dikkatlice korunması gerektiğini anlıyoruz. Onlar, soğukla mücadele ederken, aynı zamanda gıda temin etme, sıcak bir barınak sağlama ve sağlıklarını koruma gibi zorluklarla da baş etmek zorunda. Kendi hayatları için gereken her şeyi sağlamak adına, aile bireyleri hayatta kalmanın her türlü zorluğunu bir arada yaşamaktadırlar.
Bu hikaye, iklim değişikliği konusunda hepimizin üzerine düşen sorumlulukları hatırlatır. Aynı zamanda, hayatta kalmanın ne demek olduğunu ve bu durumda insanların neler yapabileceğini gösterir. Her ne kadar bazen umutları tükenmiş gibi görünseler de, bu ailenin hikayesi bize hayatta kalma gücünün ve insan ruhunun ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.